Beklemekten ibaret insanoğlunun yaşamı.
Doğduğumuz günden beri.
Bazen önümüzdeki o pazartesiyi, bazen o cumayı.
Alkolün tekrardan damarlarımıza işleyeceği o geceyi, o sınavı
o kadını veya o adamı,
bazen "o" olmadığını bildiğimiz
bazen de "o" olmasını dilediğimiz insanı.
Harp vakti, askerler bilirler en çok da beklemeyi.
Sonraki çatışmayı,
Sonraki yemeği,
Ailelerine kavuşacakları o günü.
Ve ummasalarsa da beklerler,
beaber uyudukları o adamların,
Ölecekleri cepheyi.
Kim bilir, anlatabilmeyi beklemişizdir belki de, henüz küçükken.
Konuşur durur zira etrafımızdaki herkes.
İfade edebiliyorlardır hislerini, ne istediklerini.
Bazen de böyledir hayat.
Elde ederiz istediklerimizi.
Öğreniriz, biliriz artık konuşmayı.
Lakin nedir geçen elimize?
Kaçımız hissettiğimiz kadar ifade edebiliriz,
o en derinlerde yatan hisleri, yaraları?
Kendimize bile geldiğinde yeri.
Yeri gelir korkarız,
Yargılamasından korkarız insanoğlunun.
İçimize atar bir kısmını, kızıla boyar, öyle anlatırız.
Hangimizi anlatır o karalanmış öz peki?
Konuşuruz yıllarca,
Dökeriz içimizi.
Ne çaredir lal rengi akan o yaraya?
Anlarlar mı?
Anlamış taklidi mi yaparlar bazen?
Anladığımızda anlamadıklarını asla,
nihayetinde sarılırız tekrar,
o lal rengi şaraba.