
Bu yazıyı Atatürkçü, demokrat ve cumhuriyet tarihi boyunca yaşanmış bütün darbe ve darbe girişimlerinin karşısında biri olarak okuduğum tarihin kısıtlı bir bölümü hakkındaki analizim olarak kaleme alıyorum. 60 darbesi Menderes'in Amerika'ya yakınlaştığı değil, yavaş bir tempoyla da olsa millileşme yoluna girdiği bir dönemde gerçekleşmiştir. Gerici hiçbir yöneticiden haz etmesem de darbeler ve suikastler filizlenmiş fikirleri ve halkın bir kesimi tarafından sevilen liderleri birer efsaneye, sembole dönüştürmekten başka bir işe yaramazlar. Seçimle gelen seçimle gitmelidir. Akan kan sebep gösterilerek yapılan 80 darbesinden sonra akan kan ve çekilen acının miktarınınsa öncesinden az olduğu iddia edilemez, yalnızca kanı akıtan taraf değişmiştir. Birkaç sene önce 15 Temmuz'da yaşadığımız darbe girişimiyse yıllardır bu ülkenin temel dinamiklerine zarar veren, binlerce vatansever insanın yıllarını ve hayallerini çalan irticacı bir terör örgütü tarafından açıklanan bildiride Atatürkçü değerler bahane edilerek gerçekleştirilmiştir. Bu üç vakıanın ortak noktası ise kılıf olarak Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa'nın kullanılmasıdır keza bu topraklarda on yıllardır hukuku ayaklar altına alan herkes ya Atatürk'ün heybetli gölgesinin ya da dinin kadife çekicinin arkasına saklanmıştır.
Türkiye'de ordu yeri hiç bir zaman netleştirilememiş bir kurumdur. Bu sorunun kaynağı Cumhuriyetsel boyutta Atatürk dönemine kadar dayanır. Cumhuriyet'in ilanının ardından Gazi Paşa, ilk meclisteki subayların askerlik ve politika arasında bir seçim yapmalarını istemiştir. Askerler tarafından kurulmuş ve bizzat eski "Mirliva", yeni "Başkomutan" Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde çalışmış bu savaş meclisi demokratik ve sivil bir vasfa büründürülmek istenmiştir. Meclisteki subaylar sivilleştirilmiş, ordudan ayrılmışlardır; Mareşal Fevzi Çakmak gibiler ise asker olarak ölmeyi tercih edip komuta kademesinin yapı taşları haline gelmişlerdir. Lakin orduyu yönetimden uzak tutmaya çalışmanın boş ve manasız bir çaba olduğu çok geçmeden ortaya çıkmıştır; çünkü subayların eğitiminin temel amaçlarından biri de liderlik vasıflarının kazandırılmasıdır. Binaenaleyh yönetim üzerine yıllarca eğitim almış, hayatları boyunca silahlı kitlelere liderlik etmiş; ülkenin en iyi eğitimli ve en kalifiye elit sınıflarından birinin genel idareye el atmayacağını düşünmek oldukça romantik bir düşünce biçimidir; keza 1913, 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında tarih bu cümleleri defalarca haklı çıkartmıştır.
Haklı olarak "Ordu politikadan ne anlar?" diye soranlar çıkacaktır. Haklısınız, askeri personelin bir çoğu politikadan anlamaz, anlayanlarınsa yine çok büyük bir kısmı haz etmez. Ancak burada konumuz siyasi kimlik değil devlet adamlığı. Örneğin Atatürk bir devlet adamı, Celal Şengör'ün tabiriyle dahi bir diktatördü; aksine Trump bir politikacıdır. Siyasetçi ve devlet adamı farkını iyi anlamak gerekir. Ordu mensuplarının devlet yönetimine olan ilgi ve kabiliyetlerine 1923-2020 yılları arasında görev yapmış 12 cumhurbaşkanımızdan, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, altısının asker kökenli olması; politikadaki başarısızlıklarına ise Tümgeneral Osman Pamukoğlu'nun HEPAR serüveni örnek olarak verilebilir.
Yorumlar
Yorum Gönder